Yaşadığımı anlatayım. Yıl 1974. Pırıl pırıl bir yerleşke. O zaman kampüs diyordu ahali. Ülke ortalamasının oldukça üzerinde çoğu çok akıllı öğrenciler, çok azı şımarık. Sanılanın aksine ailelerinin gelir durumu da ülke ortalamasının pek fazla üzerinde değil. Çoğu memur çocuğu. Anne babaları iyi eğitimli aileler. Şu okulu bitirmiş… anlamında söylemiyorum, aydın kafalı insanlar. Hepsinin bir kasaba, bir köy ilişkisi var. Ailerine saygılı, bağlı kimseler. Sapına kadar ülkenin genel kültüründen güzel izler taşıyor hemen hemen hepsi. Her türlü siyasi görüşten öğrenci var. Koyu dindar da var, ateist de var. MHP’li de var, solun 22 fraksiyonu da. Aileleri çoğunlukla CHP ve AP’li. Öğrencilerin çoğu kolejden gelme. Benim gibi normal devlet lisesi mezunu pek az.
Herkes bir diğerine saygılı. Öğrenciler arasında belirgin bir ayırım yok. Herkes farklı ortamlarda her zaman bir araya gelebiliyor. Farklı siyasi görüştekiler aynı yurt odasında kalmakta bir sakınca görmüyordu. Ya da bu sorun olmuyordu.
Yıllar sonra bir çoğunu aynı siyasi safta görmek şaşırtıcı olmadı.
Çalışanlar ne davranış ne de kıyafet açısından öğrencilerden pek ayrılmıyorlardı. Sadece yaşları büyüktü. Öğrencilerin çoğunun hitabı ağabey…abla.. şeklindeydi. Saygı duyulurdu çalışana, emeğe. Bir çok çalışan, ögrencilikleri döneminde tanıdıkları ve de çalışma hayatlarında çok önemli görevlere gelmiş eski öğrencileri çat kapı ziyaret edebilir, onlar da aynı sevgiyi saygıyı birbirlerine gösterirlerdi.
Boğaziçili’nin dostluğunun ilk temelini öğretim üyeleri atardı. Dost, arkadaş ve sırdaş eğitmenlerdi. 40 yıl sonra bile eski öğrencilerini gördüklerinde keyifle yüzleri güler, öğrencileri de onlara aynı sevgi ve saygıyı gösterirlerdi. Bunları yaşadığım için biliyorum. Amerikan kökenli bir eğitim kuruluşu olan” Robert Koleji” ve” Robert Academy”, Boğaziçi Üniversitesi’ne dönüşüm sürecinde 1971-76 öğrenci olanlar bilir ki, aldıkları eğitim nedeniyle, özgürce düşünüp kendi düşüncelerini korkusuzca açıklarlar, ki çoğu da Amerika karşıtı politikaları savunurlar ve bunda bir sakınca görmezlerdi. Tam bağımsızlık sanki okulun genel “şiarı” idi.
Yurtseverlerdi. Yurdunu milletini içten severdi Boğaziçili. Kurulan kulüplere bakınca bunu daha iyi anlayabilir merak edenler. Köy kooperatifi, kültür, folklor, gastronomi, Türk sanat müziği….
Hatırlayın o yılları. Karşıt görüşteki öğrenciler birbirleriyle çatışırken, hatta bazıları ideolojileri uğrunda can verirken, onlarcası yaralanır, kimse eğitimine doğru dürüst devam edemezken, Boğaziçi Üniversitesi camiasındakiler hem çağdaş demokrasiyi ve barışı savunurken hem de tek bir öğrencisinin bile burnunu kanatmayan bir öğrenci yönetimini oluşturabilmişlerdir.
O kültür ki, öğrenciler kendilerini mezuniyet ile birlikte yurtlarına ve insanlığa hizmete adarlar. Hiçbiri emperyalizmin oyunlarına alet olup birbirini öldürmedi. Kavgaya değil, başarıya odaklandılar.
Ne kültürü olduğu pek çoğu tarafından bilinemeyen bir kültürü savunanlar ise bugün Boğaziçi kültürüne “milli değil” derken kastedilen millilik Arap milliyetçiliği midir? Anadolu Türkiye’sinin kültürü yerine sadece din kültürünün benimsenmesi mi kast ediliyor acaba?
Yoksa, bu ülkede çok önemli görevler almış iş, siyaset ve bilim dünyasında öne çıkmış binlerce mezun bayramlarda anne babalarının elini öpmüş, toplumuna görevini hiç unutmamış, mezarında duasını esirgememiş, bayrağını evine gururla asmış, ülkesine doğrudan hizmet uğruna yurt dışına göçmemiş, veya göç etmiş ama yine ülkesine katkı getirmiş, Türkçe’yi düzgün konuşan, kültürünün köklerini ve onun değerini bilen mezunlarına, çalışanlarına, öğretim üyelerine ve öğrencilerine laf mı ediliyor?
Siz olsanız, bu değerleri safınıza mı almak istersiniz? Karşınıza mı?
Söz konusu Boğaziçi Üniversiteli olmak ise, bu kültürle yoğrulmamış olanların tepkisini anlayabiliyorum. Hele söz konusu Boğaziçi Üniversitesi ve başarı ise…
Yazar: Deniz Emin Tüfekçi