İçeriğe geç

Şaban Erdikler Anısına

Photo credit: 21 Temmuz 2004 Dünya Gazetesi

Şaban bey şirketler grubumuzun denetimini yapan şirketin yönetim kurulu başkanı ve ortağıydı.

Benim çalıştığım şirket ABB, ürün gamı geniş ve karmaşık elektrik mühendisliği ürünleri satan bir teknoloji şirketiydi. ABB, 1988 yılında İsveç endüstriyel devi Asea’yla İsviçre’nin inovasyon şirketi Brown Boveri’nin birleşmesinden doğmuştu. Ben de 1988 yılında birleşen bu şirkette mali işler direktörü olarak çalışmaya başlamıştım.  Asea, 1883 yılında İsveç’te kurulmuş bir sanayi devi ve sanayide endüstriyel devrim ile birlikte dünyada türbin imalatını başlatandı. Brown Boveri ise İsviçre’nin Baden şehrinde 1891 yılında kurulan ve Baden’i ilk elektriğe kavuşan şehir yapandı.

Dolayısıyla imza altına alınacak sözleşmeler de hep karmaşıktı. Hem Türkiye’den ürün satıyorduk hem yurt dışından ürün getirtiyorduk, teşvikler nedeniyle de, müşterinin ürünü kendisinin ithal etmesi gerekiyordu hem de taahhüt işi yapıyorduk. Bazen de taahhüt edilen işin ilk montajını kendi fabrikalarımızda tamamlayıp montaja hazır ürünü müşteri sahasına göndererek kuruyor ve teslim ediyorduk. Müşteri muhasebesi ve vergi uzmanları bizi çok karmaşık buluyorlardı. Bize tek bir sistemle satın diyorlardı. Oysa koca bir sanayi tesisi veya şalt tesisi kurulması söz konusuydu. “Hepsine tek fatura kesin de öyle ödeyelim ya da hakediş yoluyla ödeyelim” demek işi çözmüyordu. Bu mümkün değildi. Müşteriyi hep ikna etmemiz gerekiyordu. Cevap her ikisi de olmak zorunda ve hatta direk ithalatı da siz yapacaksınız şeklideydi. Hatta inşaatlar mutlaka yetkin bir inşaat şirketi tarafından yapılacak gibi şartlarımız da vardı.

Birlikte sözleşmelerde çalıştıkça gördüm ki muhasebe ve vergide Şaban Bey mükemmeldi. İkna ediciydi. Zorlu işlerin adamıydı. Çözüm getirendi ve çok çalışkandı.

İlk kez bir sözleşmenin vergileri ne olmalı konusunda özel rapor talebiyle birlikte çalıştık. Çalışma tarzını ilk kez gördüğüm bu toplantıda Şaban Erdikler’in hem çok bilgili ve hem çok hızlı anlayan olduğu dikkatimi çekmişti.

Üçüncü toplantı sonunda ise, Şaban Bey toplantı sonrası bana  dönüp “toplantıyı mükemmel yönettiniz. Olmayanı olur kıldınız. Sizin gibi bir yöneticiye kadın veya erkek Türkiye’de ben henüz başka bir yerde rastlamadım” demişti. İltifat ediyor herhalde mutlaka vardır diye düşünmüştüm. Cevap vermemiştim. Toplantıda bütün yaptığım sabırla tarafların eteklerindeki taşları döküp doğru sonuca kendilerini kendilerinin taşınmasına çalışmıştım.

Şirketimizde işlere gereksiz para bağlamayın (=unnecessary capital tied up) diye bir kavram vardı. Çok önemliydi. Bunu bilmeyen mali işlerde ve liderlik pozisyonunda görev alamazdı. Bu kavram tabi ki hala da her şirket için çok önemli.

Herhangi bir şirket satın alma görüşmesinde bu kavram hemen su üzerine çıkıyordu. Sözleşme görüşmelerinin en önemli parçası haline geliyordu.

Ne zaman bir şirket satın alacak olsak “alırız ancak mülk hariç alırız” demek zorunda kalıyorduk. Mülkü ister üçüncü bir kişiye veya bir yatırım şirketine siz satın, biz başka bir yere kiraya çıkalım; isterseniz de mülk sizde kalsın biz kar payının yanında size kira ödeyelim” diyorduk. Fabrika binaları büyük oldukça da bu konu daha da önemli hale geliyordu.

1800 lerden beri Avrupa’nın pek çok şehrinde fabrikaları olan bu İsveç –  İsviçre şirketi Avrupada koca sanayi tesislerini ve binalarını gayrımenkul şirketlerine satarken Türkiye’ye E5 karayolu üzerinde ikinci veya üçüncü fabrikayı satın alması olanaksız gibi bir şeydi.  Avrupada satılan mülkler geri kiralanıyordu. Gelen parayla şirketin tercih ettiği iş cephesindeki büyüme yönetiliyordu. Bu sayede de ciro arttıracak yatırımlar yapılıyordu. Önemli olan işin kazandırdığı para idi. Mülkün değeri veya değerlenip değerlenmemesi bizim konumuz değildi.

Sonuçta ilke olarak şirketimizin Türkiye de bir şirket satın alması halinde mülke para yatırması da söz konusu değildi. Hele hele de İsveç veya İsviçre’deki metrekare fiyatların üzerinde bir fiyatla olursa asla mümkün değildi.

Uluslararası şirket olarak şirketimiz ne Türkiye’de ne de başka bir ülkede mülk satın almak istemiyordu. “Kiralayalım” diyorduk. Yerel muhtemel ortaklar ise hem mülkü de tüm şirketi satmak istiyordu. Biz ise “şirketin en fazla %51, tercihan %50 hissesini alalım, mülk hariç makina parkını ve personeli alalım ve hemen işi gerçek karlılığına geçirelim” diye teklif götürüyorduk. Aynı fabrikada kalacaksak işi kiralama sözleşmesiyle yürütelim istiyorduk.

Bu kesindi. Zaten teknoloji gelişmiş ve artık eski büyük alanlara ihtiyaç kalmamıştı.

Son satın almada sözleşme durmadan gidip geliyor her gece saat sabah 3:30 veya 4:00 lere kadar sözleşme metni üzerinde tekrar tekrar çalışıyorduk. Genel merkezden görüşmeleri yürütüp sonuca bağlamak üzere gönderdiği şirket hukukçusu çok deneyimli bir sözleşme avukatıydı. Bölüm başkanı çok iyi sözleşme okuyabilen başarılı bir mühendisti. Sözleşmenin karşı tarafından gelen metinde durmadan Türkçeden tercüme kavramlar veya tutarsız cümleler ilave edilmiş metinler buluyorduk. Onların avukatları gündüz biz ise gece çalışıyorduk.

Her akşam benim odada oturuyorduk önce önerdikleri değişiklerle karşı tarafın ne demek istediğini anlamaya çalışıyor, sonra da en iyi ihtimalle maddeyi kabul edilebilecek uluslararası sözleşme diline çeviriyorduk.

Ertesi gün yine tekrar başka bir madde için sabaha kadar yine gelen anlaşılmaz bir metin üzerinde yine saatlerce çalışıyorduk.

Derken yurtdışından gelen avukat beni karşısına alıp “Gülden! Sözleşme bir noktada kilitlenir geriye dönük çok anlamlı bir gerekçe olmazsa değişiklik olmaz. Bu yaptıkları doğru bir hareket değil hatta ilkeli bir hareket de değil. Senin bunu onlara anlatman lazım” dedi.

Oysa, ben ve bölüm başkanı bir kaç gün öncesinde bunu bilerek sözleşme konusunda brief vermek üzere diyerek karşı tarafın yönetim kurulu başkanını ziyaret etmiş ve arkadaşlarının yapmaya çalıştıklarını yapmamaları gerektiğini anlatmaya çalışmıştık. Cevap ise “bizim etik olmak diye gailemiz yok. Biz iş insanıyız. Tüm arkadaşlarım bunu bilir ve uygular” demişti.

Böylece kesin emin olmuştuk ki her yeni versiyonda anlaşmış olduğumuz maddeleri yeniden değiştirecekler. Şuraya buraya bubi tuzakları koyacaklar.

Avukat beye ülkedeki hemen hemen  herkesin bu konuda şansını denediğini ve bizim iş insanı tanımının değiştirmemizin bu sözleşme görüşmeleri süresince mümkün olmadığını ve bu nedenle de geriye dönük değişikliklerin içerebileceğini ve bunlara karşı dikkatli olmamız gereğini anlattık.

İlk hafta gece benim odamdaki çalışma masasında üç veya dört kişi oturuyorduk. Ve avukat düzeltmeleri yapıyordu. Sonraki hafta avukat bilgisayarın başında, diğerlerimiz toplantı masasının başında değişikleri takip etmek üzere oturuyorduk. Son hafta hepimiz benim arkamdaki kitap dolabının üzerinde oturmaya başladık. İşin en kısa yolu neyse onu uygulayalım da dört gözle, altı gözle metni takip edelim diye çalışıyor, sürekli sözleşme daha iyi, daha hızlı nasıl okunur stratejisi yapıyorduk. Sen sorumlusun denmişti ya “gün içinde ben kendim gelen metni en baştan okurum. Değişiklik varsa size bilgi veririm” diye bir de kahramanlığa soyunmuştum. Her gelen metinde eskiye ait mutlaka bir değişiklik oluyordu. Aynı zamanda da zaman baskısı vardı üzerimizde. İş kollarından, hukuk işlerinden devamlı durum bildirimi isteniyor. Arayan arayana bir halimiz vardı. Yurtdışı arıyor bir 49 -50 sayfalık bir metinde anlaşmak ne kadar sürecek? Yabancı avukatlar tekrar tekrar “anlaşılmış metni değiştirmek etik değil. Geri dönmüyorsunuz. Değil mi?” diyorlardı. Temel’in fıkrasındaki gibi karşı taraf için işin karı sanki anlaşılmışı değiştirmekten geçiyordu. Her akşam üzeri sil baştan tüm metni gözden geçiriyordum. Yeni kısmı da iş saatinden sonra birlikte okuyarak yine gece yarılarını geçiyorduk. Bu metin değiştirme işinin onlara gerçekten kar getireceğini umduklarını ve ağır kasıtlı olarak yaptıklarına ve sonunda yorulup atlamamızı beklediklerine inanmaya başlamıştım. “Nasılsa metni akşam geç göndeririz. Burayı okuduk deyip yeniden okumazlar” diyerek devamlı araya onların lehine bizim aleyhimize ilave metinler giriliyordu sözleşme taslağına. Her seferinde yakalayıp çıkarıyor ya da düzeltiyorduk.

Nihayet sözleşme görüşmelerinin sonuna geliyoruz. Eski metni belki de son kez okuyorum deyip okumaya koyuldum ki bir de ne göreyim. Sözleşme metninin anlaşılmış kısmının içine yine bir cümle girilmiş olduğunu gördüm. Satın almayı yapan şirket, yani biz, “mülkü almamaktadırlar. Zira Türkiye’ye vergi vermek istememektedirler” diye damdan düşer gibi bir cümle girilmiş. Bizimkiler kriz geçiriyordu “mülk alıp alamamakla verginin hiçbir alakası olamaz. Masadan kalkalım” dendi. “Dünyanın her tarafında mülk kiralayarak sözleşmeler yapıyoruz, bu ne demek şimdi?” diyorlardı.

İlave avukatlar geldi. Şaban beyi çağırdık geldi. Toplantı odası tıklım tıklım. Amerikalı, İsveçli ve İsviçreli hukukçular bölüm yöneticileri ve karşı taraf var. Günledir gecelerdir saatlerce çalışmışız. Her şeyi ayıklamışız. Düzeltmişiz. Sanki hepsi çöp olacak. O kadar yorgun ve üzgünüm ki sözleşme taraflarını Şaban beyle tanıştıracağım. Yüzüne baktım. İsmini söylemedim. Ağzımdan bir “Şey Bey” kelimesi çıktı. Amerikalı avukat da “Şey Bey” diye tekrarladı sanki tekrar etmesi lazımmış gibi. Şaban Bey “Şaban Gülden hanım!” diye atıldı. Gülüp “Şaban Bey” diye tanıştırdım.

Şaban bey “böyle bir madde tüm sözleşmeyi ve de geçerliğini sakatlar” dedi. Bu cümlede israr eden her kimse herhalde imza atmak istemiyor. Salon sessizliğe gömüldü. İlk konuşan “çok haklısınız cümle amacını aşmış, mülkü alıp almamakla vergi vermemenin bir alakası olamaz, çıkarmamız lazım” dediler. “Amaçımız asla bağcıyı dövmek değil, iş yapmak” dediler.

Son ilave metinden çıkarıldı, sözleşme imzalandı. Defalarca karşı tarafa anlattığımızı Şaban Bey söyleyince duyuldu. “Biz öyle düşünmüyoruz” diyemediler.

Asansöre Şaban beyi geçirirken “çok özür dilerim, çok utandım, isminizi söyleyemedim” dedim. “Olur mu? Siz aslında bana iltifat ettiniz. Bana bakıp bakıp bu beyin adı “şaban“ olamaz herhalde diye düşünüp “şey bey” dediniz dedi.

Aslında aklımdaki tam oydu. Yine haklıydı. Çok doğruydu söylediği.

Şaban bey olmasa o zaman şirketin kaydettiği büyümeyi başaramazdık. Bir nevi Türkiye’nin vergi mevzuatının kefili Şaban beydi bizim için. Konusuna müthiş hakim bir insandı. Yeri zor doldurulur. ARE.

Gülden Türktan

Kategori:Genel